Çarşamba, Temmuz 14, 2010

Uç Thomas Uç

Thomas1

Ehhh be Thomas amca, seni ne bilirdik ne tanırdık İstanbul’da iken. Sensiz mutlu mesut yuvarlanıp giderdik. Yokluğun pek bir eksiklik değilmiş, bunu anladım 2 günde. Kitap okuma saatlerini sormak için ayağımızı 86. sokaktaki Barnes&Nobel’ a attığımızda nerden bilebilirdim ki hayatımızın merkezine oturacağını.

Çocukların içine girdikçe daha bir hayatı yaşıyor insan. 3 yaşında ki çocuğa bile yapmacık özür dileme, teşekkür etme öğretilebilire şahit olmak ilginç. Alışacağız tabi zamanla.

Berk alışık olduğu düzeni devam ettirmeye çalışıyor elbet, alışacak zamanla (ne çok söyler oldu bu iki kelimeyi) yeni düzene ayak uyduracak her şeye fakat ilk şoklar uzun süre devam edeceğe benziyor.

Elinde 4 tane treni olan, ayrıca annesinin elinde ki poşet içinde 10 tane daha treni olan, çocuğun Berk’in ondan bir tane tren istemesine vermiş olduğu tepki, her ikimizi de dumur etti. “Excuse me, there is my name on the back of this train. Please don’t touch.” Berk ne anladı tabii ki hiç bir şey ama en azından çocuğun hareketlerinden vermek istemediğini anladı.

Elinde 3 treni olan başka bir çocuktan bir tren alınca çocuğun annesinin koşar adım diplerinde bitip “Give it to me please” diyerek Berk’in elinden treni çok sert çekişini görünce olaya dahil olmak zorunda hissettim kendimi. Çocuğun annesine daha nazik olabileceğini söylemem ile bana “The train is my son’s, sorry” lafını yapıştırdı.

Excuse me, please, sorry kelimeleri nezaketi, iyi niyeti, içtenliği göstermesi gerekirken kısa günün karı neyi öğrenmiş olduk New York da kabalığın nazikleştirilerek yapılmasını sağlayan kelimeler.

Bu kadar problemden sonra yapılacak en doğru şey Thomas alıp arkasına da Berk’in ismini yazmaktı. Bizde öyle yaptık. Thomas ve arkadaşları elinde ilk gün 4,5 saat, ikinci gün 1,5 saat rayları yüzmilyon defa dolandı.

Thomas2